Batı felsefesinin politikayla imtihanı-ki bu imtihan genelde başarısızlıkla sonuçlanmıştır, Sokrates zamanına kadar geriye gider. Doğrudan demokrasiyle yönetilen Atina’da, gençlerin ahlakını bozmakla ve tanrılara hakaret etmekle suçlanan Sokrates, büyük mahkemede jüri karşısına çıkarak kendisini savunur. Savunması, sonrasında Platon’un Sokrates’i suçlayacağı yöntemsel sorunlar sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanır ve Sokrates ölüme mahkum edilir. Atina’da yurttaşların ölüme mahkumiyeti genelde sürgün anlamına gelmektedir, kilit altında olmayan suçlu, tutulduğu yerden çıkp şehri terkederek ölüm cezasından kurtulablir ancak Sokrates bunu yapmaz ve hayatını sonlandıracak baldıran zehrini kendi elleriyle içer. Bu oay, yani Sokrates’in ölümü, hem Platon üstünde, hem de onun etkisiyle tüm bir Batı Felsefesi üzerinde bir travma etkisi yaratmıştır. Bu travmanın Platondaki ilk etkisi demokrasi düşmanlığı şeklinde kendini göstermiştir. Felsefe camiasında genel olarak da politikaya karşı ikircikli bir yaklaşım ortaya çıkmıştır o andan itibaren. Sokrates’in kamusal alanda yürüttüğü diyaloglarına politik sayabileceğimiz felsefe yapma biçimine karşın ardılları politikaya korkuyla karışık bir küçümsemeyle yaklaşmışlardır. Genel olarak da onu Moral’in bir uzantısı gibi ele almışlardır.
Arendt düşünce tarihinde, politikaya bakış çerçevesinde de ele alınabilecek iki temayülün altını çizer. Bunlarda biri; Vita Contemplativa, hayatı seyretmek, temaşa ederek onu yorumlamak ve analiz etmeye dayanır; tersi Vita activa ise daha eyleme dönük politik bir yaşamı temsil eder. Daha önce Marx’da bu ayrımı doğrular bir biçimde, filozofların o güne dek dünyayı yorumladığını, artık onu değiştirmek gerektiğini dile getirerek politik olanı yüceltmiştir. Arendt, ikinci dünya savaşında, özellikle Nazi hareketinin yükselişine karşı, birçok düşünürün nasıl da gelen felaketi farkedemediklerini ele alırken, düşünürlerin neden politika konusunda başarısız olduklarını, ya ondan kaçındıklarını ya da çuvalladıklarnı ele alırken, düşünce tarihini bu iki temayül üzerinden ele almıştır. Evet, Heidegger gibi büyük bir düşünür bile yükselen Nazi hareketi karısında çuvallamış, onun yol açacağı felaketi farkedemediği gibi bir süre aktif destekçisi de olmuştur. Politika karşısında genelde dışında kalma, içine girdiğindeyse çuvallama tavrının muhtemelen Arendt için en travmatik örneklerinden biri olmuştur Heidegger.
Totaliterizmi, onun kaynaklarını ve dinamiklerini incelerken Arendt’in bir başka tespiti de, moral ve politika ilişkisini o güne dek düşünülmeyen bir içsel bağlılık noktasına taşıyan, moral çöküşü simgeleyen “kötülüğün sıradanlığı” kavramı olmuştur. Yahudi sorununa nihai çözümün uygulayıcısı bir memur olan Eichmann’ın savaş sonrası kaçtığı Brezilya’da yakalanışı ve yargılanmak üzere Kudüs’e getirilişi, o dönemde medya tarafından da yakından izlenen bir gösteriye dönüşmüştür. Davayı o zaman Birleşik Devletler’de yaşayan Arendt de izlemektedir. Herkesin Eichmann’ın gözlerinde bir cani, kötülüğün cisimleşmiş halini, radikal bir kötülüğün temsilcisini görmek istediği o süreçte; Arendt’in tek gördüğü, moral bir tavırla işini doğru yapmaya çalışan, komşuları arasında sevilen, saygın bir aile babası, sıradan bir memur olmuştur. O zaman Arendt radikal kötülük kavramının karşısına “kötülüğün sıradanlığı” kavramını atmış ve moralle beraber politikayı birbirinden ayrı işlenmemesi gereken konular olarak koyutlamıştır.
Moral politika iklisi, tarih süecinde bir sarkacın salınımı gibi popülerlik yarışında olmuşlardır. Kimi zaman her şey politika olarak görülmüştür kimi zamansa moral. Örneğin 68 kuşağı her şeyi politik bir belirlenimle algılar ve yorumlarken, bugün yine moral bayrağı devralmıştır. Bu iki kavramın biri üzerinden yorumlandığı durumların iki uç ayrımını tanımlar “Büyük Erdemler Risalesi”nin yazarı Comte-Sponville. Ayrımlardan, Platon ve şaşırtıcı bir şekilde Lenin’i temsilcisi olarak belirlediği birinciler, politik ve moral olanı birbirleriyle ilişkili görürler. Burada politik olarak doğru olan ahlaki açıdan da iyidir. Politika morali ilişkisiz gören ikinci kesimdeyse kinikler ve Machiavelli’yi örnek verir Comte-Sponville. Machiavelli’ye gelmişken Arendt’in Sokrates ve Machiavelli arasından, Machiavelli’nin tavrını daha erdemli bulduğunu hatırlatalım. Kendini daha iyi hale getirmektense, ardında daha iyi bir toplum bırakma çabasını daha erdemli bulur Arendt.
Moral ve Politika arasındaki, düşünsel siklet merkezinin birinden diğerine kayması sürecinde, ikinci dünya savaşı sonrası politikanın çirkin ve kötücül bir şey olarak görünmesi, ardından iki kutuplu dünyaya geçiş ve soğuk savaş, sonrasında Sovyetler Birliğinin yıkılışı gibi olaylarla moral ve politika, biri diğerinden daha popüler hale gelmiştir. Ülkemizde de, yakın tarihimizde, işçi hareketleri, sağ ve sol fraksiyonlar arasındaki çatışalar gibi süreçlerle her şey politikleştirilmiş ve politika olarak görülmüştür. Politik şiddetin mantıksal sonucu olarak yaşanan askeri darbe sürecinin ardındansa, politize topluluk sindirilmiş, medyasıyla, eğitim sistemiyle ve iktidara ait baskı unsurları vasıtasıyla apolitize bir toplum ortaya çıkarılmıştır. Politik olan ve moral ola arasındaki ayrım, Avrupa’da genelde düşüncenin kendi içsel devinimleriyle ortaya çıkarken, 80 darbesi sonrası apolitizasyon/apolitikleştirme sürecinde moral düşüncenin popülerleşmesini bu bağlamda değerlendirebilir miyiz emin değilim. Daha çok bu süreci, iki dünya savaşı arası Almanya politik arenasındaki, ekonomik ve moral çöküşle bağlantılı olarak parlamenter sisteme inancın kaybolması ve bu inançsızlığın totaliter bir rejimin filizlenmesinin olanaklı olduğu koşulları oluşturmasına benzetiyorum. Bu benzerliğe koşut olarak, darbe sonrası siyasi liderler ve partiler çevresinde oluşan yolsuzluk iddiaları, ekonomik istikrarsızlıklar, serbest pazar ekonomisine geçişteki sarsıntılar krizler vs sebebiyle politik atmosfer güvensiz bir hale bürünmüş, politikadan yüz çevirmiş olan toplum, politikayı yürütenlere ve beraberinde parlamenter sisteme inancını da yitirmiştir. Ardından seçmen, merkez sağ ve solda yer alan belli bir geleneğin devamı niteliğindeki tüm siyasi partileri, 2001 seçimleriyle %10 seçim barajı altında bırakarak, yeni ve genç bir parti olarak merkez sağda konumlanmaya çalışan AKP iktidarına görevi teslim etmiştir. Bu süreç tam da demokratik koşulların sağlanması için haddinden uzun süren AKP iktidarıyla birlikte Türkiye siyasi arenasında otoriter ve gitgide totaliter bir rejimin filizlenmesinden söz etmeye başlamamızla örtüşür. Ardından otoriterleşen AKP iktidarının gündelik yaşamı da kendi müdahale alanı haline getirme girişimiyle, son 35 yılın en politik hareketi gibi görünen Gezi direnişi patlak vermiştir.
AKP yönetimi moral politikalar izleyen bir yönetimdir. Siyasi bir otorite ve iktidar olmaktan çok bir patriark gibi hareket etmektedir. Moral söylemlerle politika yürütmekte, en azından öyle görünmektedir. Moral anlayışları faydacı temelde işleyen bir anlayıştır. Gezi direnişiyse, bunu karşısında, moral unsurlar da içermekle birlikte, tam olarak politik bir eylem olarak çıkmıştır. İktidarın moral müdahale alanını genişletmesine karşılık, kamusal alanda toplumsal konsensusla girişilen bir direniş olarak kendini ortaya koymuştur. Bu durum yani, sağdan ve muhafazakar kesimden moral temelli bir düşüncenin gelmesi, soldan ve ilericidense politik temelli bir hareketin çıkması genel tarihsel temayüllere de uygundur.
Avrupada son dönemlerde yine moral’in ön planda olduğunu görüyoruz. Genel olarak Batı dünyasında, politik kazanımların geldiği nokta sürekli müdahale ihtiyacından uzaktadır, yerleşik ve oturmuş demokrasiler sürekli politik olma zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Ancak bu yanıltıcı bir durumdur, halk politika sahnesinden ve kamusal alandan çekildiği anda derhal muhafazakar ve sağ fraksiyonlar bu moral hakim ortamın içine serpilmişlerdir. Şu an Btı dünyasında otoriter ve muhafazakar rejimlerin yeniden yükselişe geçişinin temel nedeni bahsi geçen depolitizasyon ve kamusal alandan çekilip bireysel kurtuluşa yönelmedir. Sağ düşünüş moral temelli düşünceye meyilli olduğu gibi tersi de doğru gibi görünüyor, moral temelli düşüncenin yaygınlaşması sağ düşünüşü besliyor. Yine Ortadoğu’daki savaş ve bunun yarattığı bizim de dahil olduğumuz genişletilmiş Avrupayı da etki altına alan mülteci problemi, politik bir tepki doğurmuş, ancak bu kez de işin moral yönü boşlukta kalmıştır.
Şu basit inceleme bile göstermektedir ki, politikanın rehberliği ve yönlendiriciliği olmadan moral düşünüş hem içerdikleri, hem çıktıları, hem kamusal alanda yarattığı boşluğun doldurulma biçimi gibi birçok sebepten trajik sonuçlara yol açabilmektedir. Ben de Arendt’le benzer bir noktadan bakarak, Machiavelli’yi Sokrates’ten, politk olanı moral olandan, toplumsal olanı bireysel olandan daha erdemli görme eğilimindeyim. Bireyler kamusal alandan çekilip kendi içlerine kapandıkları anda, kamusal alanda oluşan boşluk ve yerleşen toplumsal duyarsızlık, direnişsizlik, iktidarın etki alanının tek yönlü olarak yayılmasını sağlamakta ve meşruiyetinin kaynağını toplumsal, özgürlükçü, çoğulcu temellerden çıkarıp, çoğunlukçu, kısıtlayıcı ve bireysel bir karaktere bürümektedir. Bu da özellikle demokratik rejimlerde çoğunluk diktatörlüğüne oradan da tolatiterizme yol açmaktadır. Bu yüzden kamusal alan her zaman iktidarın karşısında oluşacak bir direniş alanı olarak varlığını sürdürmelidir. Bu direniş iktidarın eylemlerine karşı değildir zira bu her zaman geç kalmış bir direniş olacaktır, söz konusu direniş, iktidarın kendisine ve varlığına karşıdır.