Arsız çığlığından tanıdım seni
Hala avurtlarında saklıyorsun
Eski düşlerden çalıntı cennetini
Kenetlenmiş kirpiklerime rağmen
Var diyorsun, hakikat diyorsun, yaşıyorsun diyorsun…
Göz bebeklerimi mesken etmiş
“Gerçek” adlı Yalancı…
Türümüz, kendini dünyanın hakimi yapan pek çok varoluşsal avantajına karşın; hakimi olduğu dünyayı anlamlandırmak için, mahkumu olduğu duyularının aldatıcılığıyla boğuşmak gibi yaman bir çelişkiyle mücadele etmekten uzunca bir süre hakimiyet alanına “Episteme” yi sokamamıştır. Bunun sonucu olarak da Kopernikus’un matematiksel ispatına dek ( Tamamıyla metafizik bir yaklaşımı içerdiğinden Pythagorasçıları dışarıda tutuyoruz) Dünya’yı evrenin merkezinde konumlanmış , Güneş’i de onun çevresinde dönüyor sanmıştır. Bununla da yetinmemiş; Güneş’in görünmesi ve ardından gözden yitmesine bağlı olarak küreyi “Doğu” ve “Batı” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Doğu; güneşin doğduğu, bir dönemin popüler tabiriyle ışığın yükseldiği yerdir. Sözde ışığın söndüğü yer olan Batı’ysa, daha Doğu doğum sancıları çekmekteyken, dünyaya nur topu gibi bir hakim kültür getirerek “uçlu bucaklı” Avrupa topraklarında at koşturmaya başlamıştır. Yazımın asıl konusu da bu hakim kültürü besleyen köklerdir. Şöyle üstün körü bir kazıya başladığımızda; malum sebeplerden dolayı aydınlanmayı aştıktan sonra, köklere yakın bir yerde Hristiyan Kültürü çıkar karşımıza. Burada çok fazla oyalanmadan bir yargıya varırsak, aklımıza ilk gelecek şey Batı’nın ahlakı olur ki o hala Hristiyandır. Çok değil bir iki kürek daha atarsak Roma’ya varırız. Hani şu dillere destan düzeniyle Roma. Ve Batı’nın düzeni hala Romendir. Üşenmeyip biraz daha kazarsak da asıl hazineye ulaşırız. Batı’nın beyin kıvrımlarında turlamaya başlarız. Batı’nın aklına, ruhuna; bir anlamda diğerlerinin de yaratıcısı olduğu için Batı’nın her şeyi olan asıl kültüre ulaşırız. Bu kültürün adı “Antik Yunan”dır…
Tarihin gördüğü en ilginç Medeniyettir, Yunan Medeniyeti. Hegel’in de söylediği gibi, gereken tüm şartlar gereken oranlarda bir araya gelmiş ( ve bir daha da bu altın oranı asla yakalayamamıştır) ardından Yunan anakarası, çevresindeki adacıklar ve Batı Anadolu da insanlığın tanrılarını halketmiştir. Gerçi günümüz kültür tarihçilerinin Yunan’a bakışı, ” miracle of Greece” tavrının ötesinde biraz daha temkinlidir, ancak ben onlara göre çok daha yeni tanıştığım ve her okumamda beni daha da şaşırtan bir medeniyet için böylesi bir ukalalık yapmayacağım. Felsefe, Demokrasi, bu gün kullandığımız anlamıyla Tiyatro, kuramsal matematik, doğa bilimleri ve daha sayamadığım nicelerini bize miras bırakan bu kültüre en azından kafamda hak ettikleri yeri vereceğim.
İncelememin ana eksenini, bir anlamda birbirine zıt sayabileceğimiz ( biri Hegel’in diğeri Marks’ın izinde) iki Kültür Tarihçisinin fikirleri oluşturacak. Egon Friedell ve George Thomson. Çok fazla sistemli olmayacak yolculuğum. Zaten söz konusu Yunansa eğer bu çok da mümkün değil. Çünkü kaldırdığınız her taşın altından onlarca solucan çıkacaktır. Daha ziyade içimdeki bilgeyi, Sokrates’in tabiriyle Daimon’umu dinleyeceğim ve Ege’nin şefkatli dalgaları beni nereye sürüklerse oradan çıkacağım karaya…
Yunan’ı anlamak için belki de önce Yunanlıyı biraz tanımak lazım. Açıkçası yolda yürürken rastlayacağımız biri değil o. Rastlasak bile en iyimser tabirle; arsız, çirkef, yalancı,tembel ya da güvenilmez biri diye nitelendirirdik onu. Tanrısına bak kulunu al yani. Olimposta ne varsa Poliste de aynısı. Güvensiz bir insan Yunan insanı. Felsefesi de biraz bunun ürünü zaten. Ancak bu güvensizliğin sebebi dış kuvvetler değil. Çağdaşı olan pek çok güçlü imparatorlukça kuşatılmış olmasına rağmen Ana kara, ana kucağı kadar güvenli bir yer. Üç tarafı denizlerle, kuzeyiyse dağlarla kapatılmış. Arazi merkezi yönetime müsait değil. Benzer sebeplerle Fenikelilerde de rastladığımız şehir devletleri yani Polisler ana yönetim birimleri. Günümüzde kullandığımız politika ve polis kelimeleri oradan yadigar. Dışarıya karşı güvenli bir yer de olsa asla sakin değil. Polisler arasında sürekli bir çekişme var. En sudan şeyler bile savaş sebebi olabiliyor. Bunların bilinen en hafiflerinden biri bir otlak ihlali. Gerisini varın siz düşünün artık. Ayrıca bu iç çekişmeler, ve kuşatılmışlığın içindeki yalnızlık, Hellas yöresinde kalıtsal bir paranoya geliştirmiş olmalı. Merkezi yönetimin kurulamayışı, bir süre sonra düşünce bazında da emperyalizmin aşağılanmasına yol açıyor. Kimsenin gözü bir diğerinin toprağında değil. Buna karşın gaddarlıkta öyle ilerideler ki zaferle girdikleri toprakları kurutup terk etmek gibi bir alışkanlıkları var. Bunların hepsi kapalı bir yapı olmasına karşın, benzeri durumdaki Mısır’ın donmuşluğunun aksine Yunan’da fikirsel gelişim için gerekli dinamizmi sağlayıcı unsurlar. Bir de üretimin getirdiği avantajlar var. Dağlık arazi tarıma çok müsait olmadığından, erkenden güçlü bir tacirler sınıfı oluşuyor. Bu da yeni yerler görmeyi, metaya dayalı ekonominin erken gelişimini, kolonileşmeyi ve aktivasyonu sağlıyor. Yunan da Mitostan Logosa geçiş tarihin bardağının taşması gibidir. Diogenes Leartius’un da belirttiği gibi Hellas, çevresindeki kültürlerin omuzlarında yükselmiştir. Kafa emeğiyle gövde emeği arasındaki net ayrım da orada kalmasını sağlamıştır. Aristoteles’in de kaçınılmaz dediği kölelik Yunan’da öylesine yaygındır ki en fakir ailelerin bile üç beş hizmetçi çalıştırması şaşırtmaz bizi.
Yunan dehası gerçekten bizimkinden farklıdır. Yeterince hakkını verebilmek
için bir noktayı hep göz önünde tutmalıyız. Bu gün kullandığımız kavramların
yarısından fazlası o topraklarda filizlenmiştir. Belki bu yüzden haddinden
fazla tanıdık gelir bize Hellen. Aslında şeyler bile bir başka görünmektedir
göze oralarda. Havasında nem yoktur yarımadanın. Puslu sabahları, ara renkleri,
baş döndüren perspektifi bilmez Yunanlılar. Güneş hızlı doğup hızlı batar.
Alacakaranlığa yabancıdırlar. Geceleri bulutsuzdur. Yıldızlara dostturlar.
Cinleri bile bir başkadır. Gündüzün ortasında alevlerin arasından çıkıverir.
Bizi değil onları korkutur sadece. Sıcak yerlerdir Yunan illeri. Bu yüzden
çokça zamanını sokakta geçirir Yunanlı. Kölelerini denetler. Stoalarla çevrili
çarşıda birkaç tur atar. Gymnasiumda tenini ve tinini ehlileştirir. Bolca
dedikodu yapar. Ülkesinin yönetimiyle ilgili kararlara katılır. Erkeklerle
oynaşır. Kalabalık hamamlarda yıkanır. Geceleri çatısında çıplak yatar.
Yukarıda sayılanların her biri kitaplık çapta konulardır. Ben bunların bir
kaçına kısaca değinmekle yetineceğim.
DEMOKRASİ
Atina demokrasisi kurbanı Sokrates’in son anları.
Yunanlının bize hediye ettiği en önemli kavramlardan biri “Demokrasi”dir. Demos tan gelir. Bu kelime halk demektir. Halkın yönetimi. Burada herhangi bir ansiklopediden bulunabilecek şeyler yazarak kavramı tarihsel kalıplara sıkıştırmaktansa, daha derinlere Yunanlının ve benim ruhumdaki açılımlarına değinmek istiyorum. Yunan toplumu sınıflı bir toplum. Egemen sınıflar Demokrasi devrimine dek pek çok yöntemle egemenliklerini sürdürmeyi başarıyorlar. Bunların en insaflıları arasında yedi bilgelerden sayılan Yasa koyucu Solon’un ince ayarları var. O zamana değin borç için kölelik çok yaygınken Solon buna çeşitli kısıtlamalar getiriyor. Böylece köle doğanlarla, sonradan köle olanların birleşerek isyan etmeleri engelleniyor. Bazen de ezilen sınıflar kendilerini avutacak çarelere baş vuruyor. Yunan Dinine çok da yakın olmayan öte dünya ve ruhun bedende hapsolduğu gibi fikirlerle kurtuluşu muştulayan mysterialardan orpheusçuluk bunların en yaygın olanlarından. Sınıf mücadelesinin bir ürünü olan Orpheusçuluk daha sonra Pythagoras, Empedokles ve Platon felsefelerini etkilemesi açısından da ayrı bir öneme sahip. Ancak sonunda egemen sınıfın korktuğu başına geliyor ve aristokratlarla zorbaların iktidarını yıkan demokrasi devrimi gerçekleşiyor. Düşün dünyasında birkaç yönden yankısını buluyor bu devrim. İlk tepki aristokratlardan geliyor. Devrim mağduru Ephesoslu Herakleitos, kitleyi aşağılayan bir tavırla evrenin ulaşılması zor gizli bilgisi “Logos”u açıklıyor. Hieratik bir üslupla yazmaktadır Herakleitos. Nietsche’ninki gibi kapalı bir dili vardır. Bunun temel sebebi rahipler kuşağından gelmesidir. Halk değişimin döngüsü içerisinde günü yaşamakta ve kökenlerine ait bilgiyi koruyamamaktadır. Halk değişimi fark edememektedir. Ancak rahipler bu arkaik bilgiyi korurlar ve değişimin her aşaması hafızalarındadır. Herakleitos’un öğretisi de tam olarak buna koşuttur. O değişimi her şeyin önüne koyar ve bundaki değişmeyen öğeyi arar. Bulduğu şey logostur. Yani değişimin kanunu. İkinci tepki devrim yanlılarından gelir. Bunun felsefedeki temsilcisi filozof ya da daha doğru bir tabirle peygamber Empedokles’tir. Tam da halkın yönetimi ilkesine yakışacak şekilde felsefede “plüralizm”in ilk temsilcisi olur. “Enasır ı erbaa” öğretisini kurgular. Yani”sevgi” ve “nefret” tarafından güdülenerek şeyleri oluşturan dört unsur: Ateş, hava, toprak, su… Daha önce Miletos okulunun kurucusu ilk filozof Thales; şeylerin ana ilkesi, yani arkhesi olarak suyu, Anaksimenes havayı, az evvel bahsi geçen Herakleitos da ateşi seçerek monistler kategorisini oluşturmuşlardı. Felsefeden gelen üçüncü tepkiye geçmeden evvel Tiyatroya uğramakta fayda var. Gerek mitostan logosa geçişin gerekse demokrasi devriminin etkileri kendini Sophokles’te belli eder. Aiskhylos’ta yapılan bir yarışın galibinin belirlenmesi için çok basit yöntemlerin varlığına rağmen tanrılara baş vurulurken, Sophokles’in Oidipus’unda, Oidipus’un yazgısını belirleyen bir anlamda şahitler olmuştur. Foucoult’a göre düşüncenin tarzında irrasyonelden rasyonele doğru bir geçiş vardır. Benim buna ilavem, meşhur halk jürilerinin yarattığı paradigma değişimidir.
Felsefeden gelen üçüncü tepki, bir anlamda demokrasiden yararlananların tepkisidir. Ancak bunu hakkıyla açıklayabilmek için önce kısa bir mukaddimeye ihtiyacımız var…
Yunan’da uygulamaya konan Demokrasi, bu gün anladığımız anlamda demokrasiden biraz farklıdır. Biz temsili demokrasi içerisinde beş yılda bir seçtiğimiz vekillerce temsil edilmekteyiz. Ancak orada her karar referandumla alınmakta idi. Bizde güçler ayrılığı ilkesiyle, yasama yürütme ve yargı farklı kurumlarca yönetilirken, Yunanda tüm bunları tek bir kurum yapmakta idi. Halk! Mahkemelerde herkes jüri olur( aynı anda değil) ve karar verirdi. Yürütme işini üstlenen memurluklar dönüşümlü olarak el değiştirirdi. Özellikle mahkemelerde ve yönetimle ilgili kararların alınacağı noktalarda hitabet çok önemli idi. Ayrıca bu tür bir demokrasi herkesin devletle ilgili konularla ilgilenmesini, iyi konuşabilmesini vs. gerektiriyordu. Başka türlü demokrasi doğru bir şekilde varlığını sürdüremezdi. Zaten her şey doğru da gitmiyordu. Demokrasinin yıldızı Atina; iyi hatiplerin halkı yanlış kararlara sürüklemesiyle pek çok badireler atlatmıştı. Halk demokrasinin ihtiyacı olan eğitim gereksinimini Gymnasiumlarda karşılıyordu. Daha önce değinildiği gibi buralarda hem bedensel hem de zihinsel bir eğitim vardır. Günümüzde gymnasium kelimesi Almanca da Liseyi karşılamaktadır. Örneğin Platon’un Akademi’si de bir gymnasium’dur. Kelime çıplak olarak yapılan anlamına gelmektedir. Belki de bu yüzden kadınlara kapalıdır buralar. ( Sparta hariç. )Bir anlamda Yunanlının kusursuz fizik, ideal vücut takıntısını da açıklar Gymnasium. Bu takıntı özellikle sanattaki ideal form arayışı ve Platon’un felsefesinde mantıksal sonucuna ulaşmıştır. Ancak Gymnasiumlar Demokrasinin yarattığı yeni ihtiyaca tam olarak cevap verememektedir. Yunanlı hemen çareyi yaratır. Sofistler! Sofist kelimesi asıl itibariyle bilgelik demektir ve felsefe kelimesinin içinde yatar. ( Philo sophia: Bilgelik sevgisi) Ancak birazdan anacağımız sebeplerden ötürü anlam kaymasına uğrayarak para için bilgisini satanları aşağılamak amaçlı kullanılır olmuştur. Yunanlı o adeta evrende ne varsa ifade edebilecek güçteymiş gibi duran diline karşı nankördür biraz. Kendi dinamik yapısının önüne geçilemez değişimleriyle başa çıkmaya çalışırken, başının üstünde taşıdığı bir kavramı acımadan ayaklarının altında eziverir. Sofistte bunlardan biridir. Sofistler Yunanlıları özellikle hitabet, hukuk, devlet işleyişi, erdem gibi konularda eğitirken çok önemli gerçeklerin de ayırdına varmış ve insanı düşünmenin nesnesi yaparak Yunan aydınlanma çağını başlatmışlardır. Bizim Roussou’dan aşina olduğumuz toplum sözleşmesi kavramını ilk ortaya atanlar onlardır. Protogoras, “Homo mensura” ( insan her şeyin ölçüsüdür) diyerek Descartes ve Berkeley öznelliğinin ilk sınırlarını çizmiştir. Gorgias daha da ileri gitmiş ve ” Hiçbir şey yoktur, varsa da bilemeyiz, bilsek de aktaramayız” diyerek insanın acziyetini idrakine yol açmıştır. Bu da Sofistleri iki alanda uzmanlaşmaya yöneltmiştir. Güncel sorunlar ve faydacı ahlakla, öznelliğin nesnelleştirilmesi haline gelen ikna sanatı, retorik. Bu gelişme sofistlerin adını “sofist”e çıkarırken felsefi tepki olarak da Atina şeytan üçgenini yaratmıştır. Yani Sokrates, Platon ve Aristoteles… Bu üç felsefecinin öğretileri adeta sofizme bir reddiyedir. Sofizmin tiyatrodaki karşılığı Euripides’tir. Artık sahnede de konu insandır. Kaderinin değil karakterinin mahkumu olan insan.
Atina’da demokrasi çok uzun sürmez. Büyük devlet adamı Perikles’in
önderliğinde Spartalılarla Peleponnes savaşları başlar. Sparta Atina
gerginliğinin kökleri eskiye dayanmakla birlikte savaşın nedeni oldukça
tazedir. O dönemde Hellas’ın en güçlü komşusu olan Persler bir dünya
imparatorluğu kurmak üzere yola çıkmışlardır. Önce Anadoludaki Yunan
kolonilerini ve Miletos’u işgal edip gözlerini ana karaya dikerler. Savaş uzun
ve kanlı geçer. Atina’nın denizde Sparta Hopplits lerinin karadaki insan üstü
direnişiyle Persler geri püskürtülür. Ancak tehdit sürmektedir ve Perslerin
karadaki ezici üstünlüğüne karşılık Yunanlılar denizde üstünlük sağlamaları
gerektiğinin bilincindedirler. Bu amaçla Atina önderliğinde bir pakt ve fon
kurulur. Ancak Perikles bu fonda biriken parayı Atina’nın özellikle savaşta
yıkılan Akropolis’in yeniden yapılanması için kullanınca müttefikleri rahatsız
olmaya başlar ve tek başlarına başarılı olamayacaklarını bildiklerinden
Spartalıları kışkırtarak birleşirler. Perikles savaşın kaçınılmaz olduğunu
görür. Peleponnes savaşları böyle başlar. Perikles’in erken ölümüyle ve
ardıllarının beceriksiz yönetimiyle Atina yenilir. Spartalılar müttefiklerinin
“Atinayı kurutalım” teklifini “hellası işgalden kurtaranlara bu cezayı
veremeyiz” diyerek geri çevirirler ve Atina’yı başına getirdikleri kukla bir
yönetimle yeniden Tiranlığa mahkum ederler. Ancak bu da uzun sürmez ve yeniden
demokrasi ilan edilir ve tarihinin en büyük günahlarından birini işler.
Sokrates’i idama mahkum eder. “Azgın kitlelerin, usta hatiplerin elinde oradan
oraya sürüklendiği bir yönetim şeklidir” demokrasi… Sokrates baldıran zehirini
içer ve ölümsüzleşir. Öğrencisi Platon, içindeki acıyla olması gereken ideal
devleti tasarlar. Bilgelerin yönettiği, komünal eğilimleri olan katı sınıflara
ayrılmış bir devlettir bu. Ayrıca Sokrates’in hayatı boyunca tanımlamak için
uğraştığı kavramlara bir realite yükleyerek onları kutsar ve ölümsüzleştirir
Platon. Ardından Parmenides’le başlayan ontolojik mantığı ve Platon’un kavram
realizmini mantıksal sonucu olan mantık öğretisine taşıyan Sıkıcı Profesör
gelir. Aristoteles!… Kapsamlı bir “Doğa Bilimi”nin de kurucusudur bu filozof.
Aynı zamanda ilk Dünya imparatorluğunun kurucusu sayılabilecek Büyük
İskender’in de hocasıdır. Durağanlaşmış yapısı ve tamamen kentleşerek
uygarlaşmış kültürlü halkıyla, kuzeydeki az gelişmiş Makedon köylüleri için
kolay lokma olur Yunan Polisleri. Ana karada ilk kez birlik sağlanmıştır.
Philippe dışında kimse bundan hoşnut değildir, ne de olsa emperyalizme karşıdır
Yunanlılar. Philippe, K. Afrika ve Persepolis’i istemektedir. Ömrü vefa etmez.
Oğluysa onun hayal bile edemediklerini yapar. Hocasından aldığı dersleri pek
dinlememişe benzeyen İskender- ne de olsa Aristoteles, yönetim için bir tepeden
bakıldığında tamamı görülebilecek şehirlerin en iyisi olduğunu savunuyordu-
atını tek solukta Ganj’ın ardına dek sürer ve Hindistan’ı da içine alan bir
Hellen imparatorluğu kurar. Doğu Batı kültürlerinin bu kaynaşması Yunan
biliminin ve sanatının büyük atılımlar yapmasını sağlamıştır. Dünya İskender’e
de kalmaz ve onun ölümüyle birlikte bir anlamda himayesinde Atina’da yaşamakta
olan ve tam da bu sebepten pek de sevilmeyen Aristoteles, yargılanacağını
anlayınca, Atinalılar’ın felsefeye karşı ikinci kez suç işlemelerini engellemek
için şehri terk eder ve kendi okulu olan Lykeon’u ( Lise) kurar. Onun da
ölümüyle, İskenderiye de bilim devam etmekle birlikte Antik Yunan’da felsefe
defteri kapanır.
SANAT
Yukarıda kendilerinden bahsetmekte olduğumuz Dor’ların Ana karayı, İyon’ların
Anadoluyu istilasından evvel de Ege’de oldukça zengin bir kültür dünyası var
idi. Mykene ve Girit ( Minos) uygarlıkları. Bu uygarlıklardan elimizde bolca
arkeolojik veri bulunmaktadır. Bu uygarlıklar sanatta oldukça ileri olmalarına
karşın ( Örneğin Knossos sarayı mimarisi ve Freskleri, Troya VI-VII deki buluntular)
bahsedilen istilanın ardından Ege kıyılarına bir sessizlik çöker. Sanki
Yunanlıların bu uygarlıklardan aldığı tek miras İlyadadır. Başlangıç itibariyle
Yunan Sanatı oldukça primitif ve devşirmedir. Önce geometrik desenli vazolar,
ardından geometrik insan figürleri ve sonrasında Mısırdan devşirme heykeller.
Bu heykeller oldukça sevilmiş olacakki adeta seri üretilmektedir. Bunlara Kore
ve Kuros denir. Ama sonunda Yunan dehasından beklenen devrim gelir. Doryphoros
Genci, adı verilen heykel. Devrimin adı da kontroposta duruştur. Basitçe
ağırlığın iki ayak arasında eşit olarak dağıtılmamasıyla oluşan “S” biçiminde
duruş. Yunanlı bizim gördüğümüz gibi görmez, o daha net görür demiştik ya! İşte
tam da onun bir yansıması. Yunanlı heykelde hareketi yakalamıştır. Bunun arkası
da gelir tabi. Hastalık derecesindeki uyum ve idealizm düşkünlüğü, teorik bir
kafayla birleşince hemen Altın oran takip eder bu devrimi. Heykellerde
çıplaklık vardır çünkü Yunanlı zaten çıplaktır. Giyinikken de sadedir. Kısa
kollu bir Khiton ve iğnelerle tutturulmuş bir khimation. Tek fark; Spartalı
kadınların, Gymnasiumda incelttikleri güzel bacaklarını göstermek için
khimationlarını bellerine bağlamalarıydı. Bu yüzden Atinalılarca bacak
teşhircileri diye anılırlardı. Belki de basit bir kıskançlıktır bu, ne de olsa
Ana karanın en güzel kadınları onlardı. Heykellerin konusu mitolojikti. Çünkü
Olimpos gündelik yaşamı yansıtmaktaydı. Belki biraz daha arsız, biraz daha
çirkef, biraz daha yalancı… Bu arada Mitoloji demişken iki önemli Ozan’a kısaca
değinmemek olmaz. Homeros ve Hesiodos. Hristiyanlık için İncil yazarları ne ise
Yunanlı için Homeros ve Hesiodos ondan daha fazlası demek. Aralarında ilginç
benzerliklerin yanı sıra ilginç de bir karşıtlık var. En önemli benzerlik
üslupta. Theogonia, işler ve günler, İlyada, Odyssea… Dördü de heksametron
vezniyle yazılmış. Zaten üslup yönünden Hesiodos öncülü Homeros’un takipçisi.
Temel farksa sınıfları ve bunun metinlerine yansıyışı. Hesiodos bir çiftçi,
işler ve günler’i çiftçiler için bir rehber olarak kaleme almış.
Homeros’unkilerse kahramanlık destanları. Yunanlı yazar, bizim divan
edebiyatındakine benzer kısa hece uzun hece uyumu vezinleri kullanır.
Heksametron bunlardan biri. Üstelik şiirde kafiyeye de pek yüz vermez. Şiirleri
müziksiz düşünülemez. Tiyatroda üç ana tür vardı; Tragedya, Komedya ve Satiyr.
Tiyatroda da konular genelde mitolojiden. Belirli aralıklarla yarışmalar
düzenlenirdi. Bunların en önemlisi hala sürmekte olan olimpiyatlardı. Burada
konuşmacılar kendini, tiyatrocular oyunlarını, Sporcular da güçlerini sunardı.
Özellikle spor karşılaşmaları çok önemli idi. Kazananlar kahraman ilan edilir
ve ölümsüzleşmeleri için heykelleri dikilirdi. Bunların en dikkat çekeni, yine
Yunan dehasının bir yansıması olarak; kazanan sporcuyu vücudunu yağdan
temizlemek gibi gündelik bir işteyken gösteren heykeldir. Ayrıca disk atan adam
da bu kategorideki meşhur heykellerdendir.
Sonuç olarak bu dar platformda Yunan Medeniyetini hakkıyla vermek mümkün
olmadığı gibi; kendisi bile kendi değişimini bilemeyen, durağanlaştığı anda
çökecek kadar dinamizme muhtaç bir toplumun fotoğrafını çekmek de kolay
değildir. Açıkçası böylesi yetersiz çapta bir yazıyı kronoloji rehberi ya da
alıntılar abidesi haline getirmeye de benim içim elvermezdi. Bunu kendi adıma
kabızlığın yarattığı hamallık olarak görürüm. O yüzden bilen bir dostumla eski
bir arkadaşımızı yüzümüzde tebessümlerle anarcasına kaleme alınmış bir yazı
okudunuz. Tek amacım, konuya zaten hakim insanları, ayrıntılara boğmaksızın
ağızlarında hoş bir tatla sohbetimize katmaktı. Ancak söz konusu olan Yunan’ı
tek bir alanda derinlemesine arkeolojik bir kazıya tabi tutmak olduğunda
gözümde korkudan eser kalmaz. Çünkü Yunan parçalanmaya her şeyden daha
müsaittir. O her şeyi parçalara ayırarak inceleyen insanların parça parça
yarattığı bir toplumdur. Yunan kendini yaratan bununla da yetinmeyip bizim
simgelerimizi yaratan toplumun hikayesidir. Saygılarımla…
Kaynaklar:
Egon Friedell; Antik Yunan’ın Kültür Tarihi.
George Thomson; İlk Filozoflar
Gombrich; Sanatın öyküsü
Macit Gökberk; Felsefe Tarihi
Diogenes Leartius; Filozoflar, yaşamları ve Öğretileri
Server Tanilli; Yüzyılların Gerçeği ve Mirası. C.1
Bertrand Russell; Batı Felsefesi Tarihi. C.1